26 Mayıs 2011 Perşembe

Ebru bir derya, henüz sahile çok uzağım

Ebru bir derya, henüz sahile çok uzağım

fuadbasar Ebru bir derya, henüz sahile çok uzağımEbru sanatçısı Fuat Başar’a göre, içinde yaşadığımız toplumun gerginliğini atabilmesi, ruh sükûnetine erebilmesi için sanat ile meşgul olmasında büyük fayda var.
Çok değil, on-on beş yıl önce ‘ebru sanatı yapıyorum’ dediğiniz zaman karşınızdakine etraflı bir tarif yapmanız şarttı. Detaylar bir tarafa, suyun üzerine çizilen desenlerin o muhteşem eserlere nasıl dönüştüğünü anlatmak çok da kolay değildi. Artık ebru o kadar yaygınlaştı ki ince işlerine vâkıf olmasak da birçoğumuz bu sanat dalıyla ilgili kaba bilgilere sahibiz. Geçmişten günümüze miras ebru sanatı bir dönem unutulmaya yüz tutsa da şimdilerde sadece Türkiye’de değil, çeşitli ülkelerde de icra ediliyor. Şüphesiz bu sanatın üzerindeki kalın tozları silkeleyip tekrar cana gelmesinde usta isimlerin katkısı büyük.
Ebru sanatının günümüze intikalindeki önemli kişilerden biri Fuat Başar. Mustafa Düzgünman, Hattat Hamid Aytaç gibi ustaların rahle-i tedrisinden geçen Başar, genç yaşta memleketini, tıp eğitimini bırakıp ebrunun büyüsünün peşinden İstanbul’a gelmeseydi, kendini teknenin içine bırakıp bin bir desene yelken açmasaydı, muhakkak Türkiye’de ebru sanatının icrasında bir şeyler eksik kalacaktı. Onun Erzurum’dan İstanbul’a ve hat sanatından ebruya seferine daha yakından bakmak istedik. Fuat Hoca, atölyesinin de bulunduğu değişmez mekânı Küçük Ayasofya’da ağırladı bizi. Arka arkaya içilen çayların tadına ebru sohbeti karıştı. Başar’ın ebruyla tanıştığı günlerden günümüze kadar geldik. Hocanın hikâyesine paralel, ebru sanatının tıp alanına kadar uzanan serencamını, farklı ülkelerdeki alakayı ve en temelde de sanatta edebin önemini uzun uzun konuştuk…
KİTRE DAĞDAN, AT KILI ARABACIDAN
Fuat Hoca Erzurum’da dünyaya gelir. Rahmetli pederi sağlık memurudur. Sekiz kardeş arasında en büyüktür Fuat Başar. Büyüdükçe kafasına atom fizikçisi olmayı koyar, çalışmaları hep o yöndedir. Fakat babasının gönlünde oğlunun doktor olması vardır. Üniversite sınavlarında yeterince puan alır istediği bölüme girmek için; fakat şehir dışında okumasına ailesinin maddi gücü yetmemektedir. Bunun üzerine memleketindeki tıp fakültesinde eğitim görmeye hak kazanır. Okulda gayet başarılıdır ve artık doktor olmaya karar vermiştir, ta ki ikinci sınıfta eline hat sanatıyla ilgili bir kitap geçene kadar.
Kitapta gördüğü yazılar Fuat Hoca’yı cezbeder, hemen bir marangoz kalemi bulur kendine ve yazmaya başlar. Bir yandan da ilgi alanını besleyen kitaplar alır okur, sayfalarda gördüğü hat eserlerini taklit eder. Haftalar, aylar geçer fakat bir türlü yazıları istediği gibi olmaz. Erzurum’da kamış kalem de bulmak zordur. O vakitler tanıdığı bir sahaf, Hacı İbrahim Efendi, bir kamış kalem hediye edince dünyalar onun olur. Başar, “Bana Mercedes araba verse o kadar sevinmezdim.” diyor o günleri anarken. Fakat kalemi nasıl açacağını bile soracağı kimse yoktur Erzurum’da. Bu zor şartlar altında 1976’da başlar yazıya. Tek başına işin içinden çıkamayınca Hattat Hamid Bey ve Uğur Derman ile mektuplaşır. Onlardan nasıl çalışması gerektiğine dair tüyolar alır fakat ustayla karşılıklı oturmadan sanat öğrenmek zordur.
Eline geçen kitapta ebrunun nasıl yapıldığı da anlatılır, arka sayfada da örnekler vardır. Bu tariflerden nasıl bu eserler çıkar bir türlü akıl erdiremez Başar. Ansiklopedileri tarar, kitap araştırır ama çabaları nafiledir. 1977’de Uğur Derman’a ait bir ebru kitabıyla karşılaşır. Satın aldığı kitabı eve gelene kadar yürürken okur bitirir. Daha sonra da defalarca okur kitabı. 1977’de kendi ifadesiyle kör topal başlar ebru çalışmaya, boya arada kâğıda yapışınca heyecanlanır, sevinir. Acemilik döneminde az halı batırmayan Başar için en zorlu süreçlerden biri de malzeme bulmaktır. Kitre için dağ bayır dolaşır, fırçayı yapacağı at kuyruğunu temin etmek için at arabacıları tarafından kırbaçla kovalanmayı bile göze aldığı olur. Öd bulmak ise tam bir işkencedir, mezbaha çalışanlarını ikna etmek için akla karayı seçer. İyi kötü boya tuttuğunda danışabileceği kimse yoktur çevresinde. İstanbul’a giden arkadaşlarına sipariş verir, Düzgünman Hoca’nın ebrularından satın alır. Ebrunun karşısına geçip sabahlara kadar incelediği geceler de olur. Fakat işin içinden tek başına bir türlü çıkamayınca, eskilerin de dediği gibi sanatta üveysîlik olmayacağını anlar, baba ocağıyla vedalaşır, tıp fakültesini bırakır ve İstanbul’a yerleşir Fuat Başar.
EN ÖNEMLİSİ ADAM OLMA SANATI
Mustafa Düzgünman kolay kolay öğrenci kabul etmez, sadece sanatın kıymetini bilecek kişilere bilgisini aktarmak ister. Sert hocaya çıkmıştır adı. Fakat daha önce Erzurum’dan gelen heyecan taşan mektuplar, Süheyl Ünver ve Uğur Derman’ın referansı vesilesiyle Fuat Başar’ı öğrenciliğe kabul eder. Aynı dönemde Hattat Hamid Bey’in dersleri de devam etmektedir. Böylece iki değerli üstattan nasiplenme şansı yakalar Başar. Derslere paralel Ahmet Yüksel Özemre gibi kıymetli şahsiyetlerin de katıldığı sohbet ortamlarına iştirak eder. Aklına hocası Düzgünman’ın sık tekrarladığı bir sözünü kazır âdeta: En büyük sanat, adam olma sanatıdır. “Hocaların kıymetini vefat ettiklerinde anlıyor insan. Benim dönemimin hocaları bir neslin son halkasıydı, sanki tüm görevleri bu sanatı gençlere aktarmaktı. Şimdiki aklım olsa kapılarının önünden ayrılmazdım.” diyerek iç çekiyor şimdilerde.
Böylece 1980’de Hamit Bey’den, 1981’de de Düzgünman’dan icazet nasip olur Fuat Başar’a. Şimdi o da rahmetli hocaları gibi kendisinden sonra gelen nesillere ebru sanatını öğretiyor. Geçmişteki usta çırak ilişkisinin önemine değiniyor: “Eskiden hoca ile öğrenci arasında gönül bağı olduğuna inanılırdı. İkisinin arasını ancak ölüm ayırırdı. Usta ile öğrenci arasına dedikodu, benlik, hor görme giremezdi. Hoca çırağından bir şey gizlemezdi. Öğrencisine, sen beni geçmek zorundasın diye tembihlerdi.” Fuat Başar bunu Süheyl Ünver’den de bizzat duyar. Bir öğrencisi, ‘Sizin yarınız kadar olsam yeter.’ deyince Ünver kızar, ‘Ne demek sizin yarınız kadar olsam yeter! Sen benim yarım kadar, senin öğrencin senin yarın kadar olursa birkaç nesil sonra bu sanat biter. Beni geçmek zorundasınız.” Bu bilgiler ışığında sanatla meşgul olduğu sürece her daim kendini geliştirmeye çalışır Başar, ona göre sanat içinde vücut bulduğu ülkenin haysiyetidir, bu nedenle sanatçının iyi bir temsili zaruridir.
Fuat Başar’ın artık yedinci kuşak öğrencileri var. Vaktinde hocadan ders alan ama hâlâ Almanya, Kanada, Arap ülkeleri, Japonya gibi dünyanın dört bir tarafında eğitimine devam eden talebeleri… Ebruya en büyük alaka Avrupa ülkeleri, Amerika ve Japonya’dan. Yıllardır eğitim alan öğrencilerin yurtdışında açtığı sergi ve atölyeler de bu merakı artırıyor. Yurtdışında ebru ile ilgili farklı çalışmalar da var, özellikle psikolojik ve fiziksel rahatsızlıkların tedavisinde ebrunun etkileri üzerinde araştırmalar yapılıyor. Fuat Hoca, çalışmalarda şimdiye kadar olumlu sonuçlar alındığına değiniyor. MS hastalarının ebruyla meşgul oldukça semptomlarının azaldığı hatta durma noktasına geldiği gözlenmiş. Zihinsel özürlüler üzerinde de olumlu sonuçlar elde edilmiş. Başar, yurtiçinde ve yurtdışında birçok öğrencisinin bu konularda çalıştığını anlatıyor.
BİZİ YARADAN’A YAKLAŞTIRIYORSA SANAT SANATTIR
Fuat Başar için ebruya başladığı dönemlerde bu sanat ufak bir göl gibidir, ayağını içine uzatmıştır bu suyun. Fakat yıllar geçip de detaylara vâkıf oldukça kendini bir deryada görür, sahile yakın dolaşmaktadır. Şimdilerde ise bu çok büyük deryanın sahiline çok uzak olduğunu düşünüyor: “Sanatı dünya üzerine yayan Cenab-ı Hak’tır. O’nun yarattığı her şey sınırsız güzellik ve derinliktedir. O’nun yarattıklarının ucu bucağı yoktur. Sanatçı bunu fark ettiğinde aczini de anlıyor ve ben yaptım diyemiyor.”
Sanat her daim gelişmek zorunda Başar’a göre. Yeniliklere karşı değil ama eskiyi ortadan kaldırarak yeni bir şey meydana çıkarmak değil bahsettiği, mevcut olanı geliştirmek. İslam sanatında eserden ziyade eseri ortaya koyan kişinin tekâmülüdür esas. Kişiye kazandıracağı ahlak, edep her şeyin önündedir. Tıpkı Yunus Emre’nin dediği gibi: ‘Vardım irfan meclisine, eyledim ilmi talep, meğer ilim bir hiç imiş, illa edep illa edep.’ Fuat Başar da sanattan önce sanatın edebinin geldiğinin altını çiziyor. Sanatın insana dönük tarafı da burası: “Çok güzellikler yapmışız ama bu bizi Yaradan’dan uzaklaştırıyorsa o iş batıldır. Bizi Yaradan’a yaklaştırdığı sürece sanat sanattır. Sanat ilahî bir şeydir.”
Günümüzün kaotik ortamı, yalnızlaşan insanları için de bir ilaç vazifesi görebilir mi sanat? Fuat Başar, ebruyla uğraşanın kavgayla işinin olmayacağına inanıyor: “Ebru çok sürükleyici bir şey. Onun heyecanı insanı birçok çirkin işten de alıkoyar.” İçinde yaşadığımız toplumun gerginliğini atabilmesi, ruh sükûnetine ulaşabilmesi için sanat ile meşgul olmasında fayda var. Bu sebeple halkın İSMEK ve diğer kurslarda sanata meyletmesinden oldukça memnun Fuat Hoca. Kimi sanatçılar için sanatın bu kadar yaygınlaşması beraberinde yozlaşma, bozulma riskini de artırıyor. Esasında Fuat Başar da bu kaygıları taşıyor. “Yozlaşma riski her zaman var, yaygınlaştıkça da bu ihtimal artar.” diyor. Fakat yine de binlerce öğrenci arasından cevherlerin çıkacağına da inancı tam: “Devam edenler sanatı nesillere taşıyacaktır, etmeyen de en azından bilgi sahibi olur, fena mı?” Fuat Başar’a göre işin edebi elden giderse o zaman tehlike sinyalleri çalar. Kişi kendini yaptığı eserin tek vücuda getireni gibi gördüğünde sıkıntı başlar. Bu sebeple eğitim veren kurumların öncelikli görevi işin edep ve ahlakını da tekniğiyle beraber aktarmak.
Günümüzde sanatçının kendini eserinin tek yaratıcısı gibi görme ihtimali çok yüksek. Birçok anlayış gibi sanatçının eserine yaklaşımında da Batı’daki tavırları taklit hâlindeyiz. Hâlbuki sanatın psikolojisi Batı’da ve bizde çok farklı. “Kişi kendini sanat tanrısı gibi görmeye başladığında bunun sonu bunalımdır. Batı’da sanatçıların çoğu uyuşturucu almadan eserine başlayamıyor. Bizde tekne açmadan önce boy abdesti alınır, besmele ile açılır, geçmiş pirlerin ruhuna üç İhlâs, bir Fatiha okunur. Batı’da ise cinnet getirerek, çırpınarak ölen sanatçı çok.” diyor Başar. Doğu’da sanatçının çabası kul olma yönündeyken, Batı’da neredeyse kendini Tanrı ilan etme noktasına kadar varıyor.
Başar Küçük Ayasofya’daki mütevazı atölyesinde çalışmalarına yıllardır bu istikamette devam ediyor. Her ne kadar ismini daha çok ebru sanatıyla duysak da onun için hat sanatı öncelikli geliyor. Yine de sanatların da ilmin de ayrısı gayrısı yok ona göre. Hepsi nihayetinde O’na çıkıyor. Belli ki ebru ve hat sanatları Fuat Hoca’nın sadece sohbetlerini değil, tüm hayatını şekillendiriyor. Çocuklarının isminde dahi bunun izini görmek mümkün. Kızı Elif Ebru, Hattat Sami’den ismini alan oğlu Sami, onun büyüğü Mustafa Rakıp, en büyükleri Hamit Aytaç. Ebru gibi suyun üzerine resmedilen bir hayat Fuat Başar’ınki, onu anlayan ve eserlerini taklit eden talebeleriyle, çocuklarıyla çoğalıyor. Onun gibi ustalar vesilesiyle geçmişten günümüze miras kalan sanatlar da nesilden nesile intikal ediyor.
Yazar: Tuba Deniz
Kaynak: Aksiyon

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails