25 Mart 2008 Salı

GELENEKSEL TÜRK EBRU SANATI


GELENEKSEL ( GELENEKLİ ) TÜRK EBRU SANATI
Ebru kitre veya benzeri maddelere yoğunluğu artırılmış su üzerine özel fırçalar yardımıyla boyaların serpilip, oradan meydana gelen desenlerin kağıda alınmasıyla elde edilen bir san’at eseridir.Ebru’nun bunun dışında bazıları egzotik çok çeşitli tarifleri de yapılmıştır:
Ebru, uyumlu renkler dünyasının göze hoş gelen harika eserleri bize sunması yanında, fiziğin ve kimyanın kanunlarını uyguladığı bir sanat olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ebru denilen renk renk mermer damarlı, granit, hareli, çeşitli desenli veya çiçekli kağıtlar, eskiden cilt ve defterlerin iç kapaklarını süslemek, hattatların levhalarında fon olarak kullanmak üzere yapılırdı.
Sanatların teknesinden fırçasına, kitreli suyundan, boya ve öd suyuna ve bunların işlenmesine kadar iç içe yaşadığı, desenlediği, kimyanın fizik kanunları ile birlikte, eskilerin tabiri ile , ‘ İnce sanat’ın güzel bir uygulaması’ değil midir ebruculuk?
“kağıda yapılan hare, budak ve dalga gibi çeşit çeşit süs” diye tanımlarken , eski eserler ansiklopedisi’nde “kalemsiz fırçasız, kağıt üzerine çiçek resmi yapmaktır” deniyor.
İsviçreli bir ebru öğrencisi Virginia Passaglia ise şöyle diyor : “biraz toprak parçası, bir tutam at kuyruğu, bir gülün kuru dalı ve hayvan ödü… İşe yaramaz gibi görünen, ilk bakışta hiçbir kıymet ifade etmeyen şeyler birleşerek ebru sanatı ortaya çıkıyor”
Bu tarifler dışında, egzotik, metafizik tariflerde yapılmaktadır:
“bu ecdat yadigarı sabır sanatımız…”
“dini ve tasavvufi temelde dayalı Türk-İslam sanatları içinde “ebru” önemli bir yer tutuyor”
“ebru başlı başı bir alemdir. Hüsn-i hat2la bir arada “nurun alanur” misali bambaşka bir lisandır. Tarihi ve deruni anlam olarak erbabınca sürdürülen büyük bir keyiftir. Ama daha yakından baktığımızda nakışlarında biçim biçim ilahi bağış armonileri göreceksiniz. Fakat işin hem sanatçı hem eser açısından güzel yanı bizzat oluşum halinde esrarını açması ve oluşum anında yüzünü göstermesidir. Sanat eserini sadece bitmiş göründükleri zaman değil fakat aynı zamanda Goethe’nin deyişiyle “oluş hallerinde de tanımak “lazımdır. Ebru, böyle tanınması gereken sanat eserlerinin en başında gelenlerden biri, belki de bizim sanatlarımız açısından birincisidir.
“teknik olarak, karmaşık yapısı ve uygulama zorluğu gibi nedenlerle ebru klasik sanatlar içerisnde en az bilinen ve uygulanan sanatlardandır.”Bu tarifler yanında ebru’ya çeşitli sıfatlar da verilmektedir:
- Su üzerinde renklerin raksı
- Nakış-ı ber-ab
- Renlerin dansı
- Su çiceği
- Su yüzü resmi
- Suyun renklerle dansı
- Yüzeyin ötesi

B.ERU HAKKINDA FELSEFİ VE TASAVVUF İZAHLAR
Türk Ebrusu'nun büyük ustası Edhem efendi(1829-1904) : ”Ebru sihir gibidir, bazen tutar, bazen tutmaz” demektedir.
Bu tür ifadeler, akla, ebrudaki felsefi ve tasavvufi düşünceleri de getirmektedir.
“Bazı günler şafak veya gurub vakti ufka bakarsanız;kırmızı,sarı,lacivert ve mavi renklerin en ilahi tonları ile,buruklardan bir ebru'nun daha doğrusu ebi'nin şekillendiğini görürsünüz. Yine bazı gecelerde, bulutlu semalar kadar geniş bir ebru teknesini, mehtabın, usta fırçası ile lacivert, mavi ve ışıklı beyazın bütün nüanslarını serpiştiriverdiğine elbet rastlamışsınızdır.
İşte san'atkar dedelerimiz,bir anda değişip kaybolan bu semavi güzelliklerini yeryüzünü aksettirerek,onların ağaç yeşiline ve toprak rengine olan hasretini giderdikten sonra bu şahane tabloyu kağıt üstünde de ebedileştirmeyi bilmişlerdir..Bu anlayış içinde tanrı'sına boyun kesen san'atkarın “benlik”ten uzaklaşan gönlü,sanki ebru teknesi'nde şekillenmiş gibidir..Artık o zaman büyümeye başlayan ebru teknesi derya kadar genişler,genişler ve bir kainata döner..Ebrucunun gönlü gibi.... Hz..Ali ne güzel buyurmuş:”Sen kendini küçük bir cisim sanırsın,halbuki bütün bir alem sende dürülüp bükülmüştür”.
“Gönlümüz ney havası ile ürpermektedir.. Eşsiz biçimleri ile raks eden bir güzelliğin önünde bir hoş busedir ebru ki, dudağı değil,kalbi değil, ruhu alır götürür..Nereye mi? Kim bilir? Bir ebruzen ne peki? Belki yol, belik, yolcu;belki av,belki avcı,belki bir aracı belki de değil....Bir güzellik sorunudur bu(estetik değil)... -Teknik açıdan – elden geleni yapar ebruzen.. Peki elden gelen şey nedir? Geleni herkes bilir amma gelmeyeni kim getirecektir?... Mucize kelamı okumak için bir “fem-i muhsin”(güzel ağız demektir. amma hangi ağız güzeldir, bu da fiziki değil metafiziki bir iş … ) gerekmektedir madem, bu iş için de bir dest-i muhsin, belki de bir ayn-ı muhsin (cemil,cemal, hüsn gibi sıfatlar nerde kaldı ki şair : “Hüsn olur ki ihtiyar elden gider” diyebilmiştir.) gerekecektir.
“Ebrûcu,güyâ alem-i misal’de mahfi olan şekilleri âlem-i şahadete getirip bize gösteriyor: semavi bahçelerde büyüyen güllerle laleleri fırçasının mucizevi kuvvetiyle en cazip şekillerde kağıdın sathına garkediyor “diyen Annemaria Schimmel, Müslümanlar’ın meydana getirdiği sanatlar arasında “Ebru”sanatının özel bir yeri olduğuna dikkat çekiyor.
“Batılılar ve fizikokimyacılar ebrûnun felsefesi ve mekanizmasının peşine düşmüşlerdir. Kainatla ebrû arasındaki benzeşim onları da büyülemiştir adeta.
Her ebrû tek’tir ve ikinci bir defa aynının yapılması mümkün değildir.
Bu bir noktada insanın yaratılışına benzetebilir. Bütünüyle biri birinin aynı olan iki insan bulmak mümkün değildir. Ebrû da öyledir. Ancak insanlardaki durum, insanın acziyetini ifade eder.
Ebrû teknesinde kâinatın yaratılışının izlerini görmek mümkündür. Her şey sıvı dolu bir teknenin içine düşen damladan başlıyor ki,kainat da başlangıçta bir noktadan ibaretti. Daha sonra kainat genişlemeye başlamıştır ve bu genişleme neticesinde zaman ve mekan ortaya çıkmıştır. Bu genişleme devam edecek ve belli bir gerilme sınırına kadar sürecektir. Ondan sonra da kıyamet denilen hadise vukû bulacaktır.
Ebrû teknesindeki damlalar da bir fırça darbesiyle şekil alırlar ve teknenin içine yayılırlar. Bu yayılma teknenin boyutları ile sınırlıdır. Bu yayılma dairevi olmaya meyillidir. Kainattaki gök cisimleri de kürevidir. Daha sonra ise şekil verme işi gelir ve ardından da tesbit.Ebrû ustası teknedeki son şekli kağıda tespit eder. Bu,kainattaki Levh-i Mahfûz’a benzetilir. İyi bir ebrû ustası kağıda baktığında bütün bu safhaları okuyabilir.
“Ebrû sır, ‘ hadise can ile canan arasında:erbabı, Özbek Şeyhi Hezarfen Edhem Efendi: 'ebrû sihir gibidir’ demiştir ya, simyası vardır.
Tüm kainatı ve tüm oluşumu özetler ebrû,değil mi ki suya atılan renklere ve biçimlere müdahale bir noktadan sonra imkansızlaşır. Suyun bereketli kucağına düşen bir damla:her şey o damladan olur ebrûda,o tek damla sonsuzluğa doğru genişler ve bir noktadan sonra ebrû kendi başına buyruktur. Bu yüzden değil mi ki icra ettiği sanatın,arkasındaki hayatla irtibatını sorgulayan,bir başka deyişle onun felsefesini yapmayı ihmal etmeyen ebrûzen su üzerinde irade-i cüzî ile irade-i külli arasındaki rabıtayı hayranlıkla temâşe eder.
Diğer sanatlara göre iyice daralmış bir irade-i cüz’iyye alanı ve ehli olmayanın ebrûda tesadüf dediği şey:irade-i külliye Tevâfûkât-ı İlahiyye”
“Tekne hazır, su hazır, ışık hazır, göz hazır, arzu hazır, rûh hazır. Ne kaldı geriye. Bir esinti, bir yelken. Bir dümen ve biçimler ve renkler giyinmeye hazırdır, güzelliği. İyi niyet de almışsa gönülde yerini, işte semere: bahtına ilahi ahenkten zerre zerre bir şeyler damlayacaktır. Ruhunu kontrol et, gönlünü ayarla, elin destûrsuz kalmasın ve ağzın elbet boşluğun ağzı değil ya duâya yaslansın. Hazırlığın tamam değilse ebrû ne olduğunu ortaya koyar senin. Dikkat,biraz kan terleyeceksin”
“Eskiler ebrû yapılmasını külli irade ve cüz’î iradenin izahına yerinde bir misal olarak almışlardır. Boyaları usulüne göre atarsanız (cüz’î irâde),gerisi onun bileceği iştir(külli irade),iş artık sizin hükmünüzden çıkar!
“Ebrûya bir felsefe olarak da yaklaşmak lazım. Cüz’i irade ile külli iradenin uyumunu en iyi görebildiğimiz yer ebrû teknesi. Siz elinizden geleni yaparsanız;ancak,son aşamada kendi kendini yaratır ebrû”
“Sanatçı ebrû yaparken usulüne uygun çalışmalı, hava koşullarını doğru sapmaktan,katılacak su miktarına kadar tekniğini sabırla geliştirmeli:ama ebrûnun elinden kaçtığı,kendi kaderini belirlediği anı da saygıyla karşılamalı. İşte bu noktada ebrû sanatının kendi tasavvufi kimliği çıkıyor ortaya. Renklerin,s uyun kıvamının müdahale edilmez biçimde ortaya çıkardığı görsel manzaraya teslimiyet: yüce iradeye boyun eğiş…”
“Talihin açık oluşu ve ilahi bağışlar, biraz da iradelerine, ilhamlarına,gayretlerine, hassasiyetlerine göre olacak kuşkusuz. Yoksa ne esinti, ne yetenek, ne ışık, ne ortam, ne kitre, ne çalışma, ne tekne..... yetmez öyle bir güzelliği karşılamaya. Dest-i muhsin de gerekli ayn-ı muhsin de!...Kısaca yaratılışın taklidi halinde, her şey ama her şey hazır; göz de, gönül de.. Hepsinin üstünde de aşk lazım… Belki o takdirde, iç arzusu tezahür eder ve her şeyden bir şey damlar ruhumuza gizlice. Bir tarz-ı kadim üzre battal ebrûdur: insani olanı aşan bir hal ile arz-ı endam eyler…”
“Ebrû, bir nefis terbiyesi, modern yaşamın her şeyi determinist kalıplara vuran anlayışın aksine belirsizliğe razı olmayı belletiyor, beklemeyi ve tevekkülü öğretiyor.
Ebrûnun verdiği huzur meğer toprağa yakın oluşundan geliyormuş… Sanatkar, semayı temsil eden her şeyi toprak renklerine yansıtıyor. Modern sanatın aksine çığırtkan ve saldırgan renklerle değil, mütevazı toprak renkleriyle açıyor gönülleri. Ebrû su üzerindeki toprak renklerinden oluşuyor”
“Ebrû’da mükemmelliği yakalamadan manevi kemalat, ahlak ve ruh güzelliğiyle ilişkisi konusunda Düzgünman Hoca bizlerin kulağına şu ibaretli dersi fısıldamaktadır: ‘Belki işin en can alıcı noktası bu irade-i külliye’nin emri doğrultusunda kemâlâtâ ulaşmış veya kemâlâtâ doğru yol almak üzere yelken açmış bir ruh haletiyle,terbiye ve tezkiye edilmiş bir nefsin hakim olduğu yüce makam hali,Bâtınî alemden zahiri aleme intikal eden hangi sanat eserine tesir etmemiştir ki, ebrûya da etmesin. O halde şunu söyleyebiliriz ki, genel olarak bütün sanat dallarında, hususen de ebrû da mükemmeliyet durumu,manevi kemalat, ruh ve ahlaki güzelliğin doruk noktasına ulaşmasıyla doğru orantılıdır. İşte bu inançta olan kişiler daima besmeleyle başlamıştır bu işe;
Bundan dolayıdır ki,her ne kadar batılılar şeklen ebrûculuğa el atsalar da, Alman Sanat Akademisi hocalarından Prof. Antez Almanya’dan gelip Üstad Düzgünman’ın ebrûlarını gördükten sonra şöyle demek zorunda kalacaklardı: “Sizin ebrûculuğunuzu biz alamayız,bu zordur. Bu benim için sürpriz oldu. Batıda da ebrû yapılıyor ama biz sizin ebrûculuğunuzu yapamayız,bu sanatı sizden alamayız”.
“Mevlana : ‘Su nakış tutmaz diyen bura gelsin’ diyor. Ebrû ile tanışmış mıydı? Sanat tarihçesi ebrûnun tarihçesi ile Mevlana’nın yaşadığı dönemin verilerini karşılaştıra dursun, su üzerine nakış, ebrûdan başka nedir ki?”.
“Ancak bu sanatın dini ve tasavvuf i temeli herhalde günümüzde yeni bir form ortaya koyacak ve eski kökten yeni dallar uzanacaktır”.
ETİMOLOJİSİ
Ebrû kelimesi,Türkçesi midir,Farsça mıdır,Hintçe midir. Aslen ebrû muydu,yoksa ana vatanından Anadolu’ya gelince galat olarak “ebrû” adını alan bu şeriat dalının isimlerini
1-) Ebre
2-) Ebr(Ebri)
3-) Ebrü
4-) Ab-rü
5-) Abar diye sıralayabiliriz.

1-) EBRE: Çağatayca bir kelime olup, “Hare gibi dalgalı veya damarlı (kumaş,kağıt vs):cüz ve defter kabı yapmak için kullanılan renkli kağıt”.
2-) EBRİ: Farsça bir kelime olan “ebr” den türemiş olan ebri, “bulut gibi” ve “bulutumsu” manalarını taşımaktadır.
3-) EBRÜ: Farsça “kaş” manasına gelmektedir.
4-) AB-RÜ: Farsça isim tamlaması “Yüz Suyu” demektir. Ancak, sıfat tamlaması karşılığı “Su Yüzü”demektir.
5-) ABAR: Hintçe bir kelime olup,Hindistan da kullanılır.
Şimdiye kadar bu günkü adıyla ebrû ya;en çok ebr’den gelen ebri denilmiştir. Çünkü bunun bulut gibi,bulutumsu gibi manaları vardır. Ebrû,gerçekten de buluta,bulut kümelerine benzer, Yazma ve basılı eserlerde de hep “ebri” diye bahsedilmiştir. Ebrû’nun son devir üstadlarından Necmeddin Okyay da bu şekilde kullanırdı. Ancak XIX. yüzyıl sonlarına doğru ebrû şeklinde kullanılmıştır.
Ebrû sanatına “kaş” manasına gelen ebrû dan dolayı bu isim verildi diyenler de vardır. Bu fikir ebrûdaki harelerin kaş’a benzetilmesinden doğmaktadır. Ancak bu düşünce fazla rağbet görmemiştir.
Ab-ru’nun ebrû ya alem olması ise,biraz zorlamadır. Son dönemde ebrû’ya biraz orijinallık katmak için kullanmaktadır sanki:
“Ab-rü Farsça su yüzü anlamına gelir. Ebrû sanatının da en kısa tarifi budur”.
Bakınız, Türk Sanatı’nın önemli araştırmacılarından Celal Esat Arseven ne diyor: “Ebrû Türkistan’dan çıkıp İpek yolu ile İran üzerinden Türkiye’ye “Ebri” ismini alarak geliyor. Türkistan’dan çıkışında bu Farsça isminden önce Türkçe bir ad verilmiş miydi bilmiyoruz”.
Aslında bu sorunun cevabını Şemseddin Saminin Lügati’nin “Ebre” maddesinde bulabilmekteyiz. Kanaatimce,ebrû kelimesi ize Çağatay ülkesinde neş’et eden ebre’den geçmiştir. Ebrû’nun tarihçesi bölümünde de belirtileceği üzere ebrû, bir Çağatay bölgesi olan Buhara’da doğmuş, İran’a uğramış,oradan Anadolu’ya gelmiştir. Böyle olunca, ebr’in ebrileşmesinden önce, ebre’nin bu ismi alması daha ma’kul gibi görünmektedir. Ebre yerine ebri’nin kullanılması ise, Farsça’nın Osmanlı Türkçesi’ ni meydana getiren iki dilden biri olmasından olsa gerektir.
Türkiye dışında ebrû şu isimlerle anılmaktadır:
Almanya’da : Turkish Marmor Papier
Fransa’da : Papier Marbre Turc
Amerika’da : Turkish Marbled Paper
Arab aleminde : Varaku’l-Mücezza
Batı aleminde battal ebrûkardaki mermere benzeyen şekillerden dolayı “Türk Mermer Kağıdı” karşılığı olarak bu isim kullanılmıştır.
B.MENŞEİ
Ebrû’nun menşei konusunda farklı görüşler ortaya atılsa da,bazı sanat dallarındakinin aksine,önemli bir görüş ayrılığı yoktur.
Ebrû’nun ilk defa:
a) VIII.yüz yılda “Liu sha shien”adıyla Çinde,
b) XII.yüz yılda “Suminagashi” adıyla Japonya’da,
c) XV. yüz yılda “Ebre” adıyla Türkistan’da
d) XV. XVI. yüz yılda “Ebri” adıyla İran’da
e) XVI. yüz yılda “Abar” adıyla Hindistan’da uygulandığı görüşleri ortaya atılmıştır.
“Milliyetçi kaygılar bir kenara bırakılıp akl-ı selimle düşünüldüğünde,ebrû sanatının kökeni sorusuna henüz tatmin edici bir cevap bulunamadığını kabul etmek gerekir.Ancak şu kadarı kesindir ki,on ikinci yüzyıldan itibaren su üzerinde mürekkeple gerçekleştirilen “Suminagashi” nin vatanı Japonya ile sekizinci yüzyıldan başlayarak bir Türkistan,İran ve Türkiye’den geçerek ta Fransa ve İngiltere’ye (ve günümüzde Amerika’ya)kadar bir çok ülkede bu sanatın çeşitli türleri eserler verilmiştir”.
Meşhur araştırmacı V. Minorsky ; “Türkler yazıya da büyük önem vermişlerdir.Arap yazısının dekoratif değerini onlar ortaya koymuşlardır.
Ebrûlu (hareli) kağıt , bir Türk icadıdır”demektedir.(V. Minorsky,A Catalogue of the Turkish Manuscripts and Miniatures,with an İntroduction by the late J.V.V Wilkson, Dublin, 1958)
Gene,batı’da yazılan eserlerin önemlilerinden “Buntpapier” de Türklerin güzel bir sanatı vardır. Biz batılılılarca pek bilinmeyen bu sanata,kağıda mermer görünümü verdiği için “Türk Mermer Kağıdı”deriz. Bu sanat,Türkistan’da doğmuş,burada fazla bir gelişme gösteremeden İpek Yolu ile Anadolu’ya ebri ismini alarak geçmiş ve en güzel örneklerini Anadolu’da vermiştir” denilmektedir.
Şemseddin Sami, Kamus-ı Türki’ sinde ebrûnun menşei XV. yy. Türkistan devri olarak göstermektedir.
Türkistan’da doğan ebrûculuğun, bizdeki ebrûculara göre Buhara’da başladığı kanaati vardır. Nitekim Anadolu’da ebrûculuğun öğretilip yaşatılmasında çok büyük rolü olan Şeyh Sadık Efendi de, ebrû’yu Buhara’da iken öğrenmiştir.
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, Liu sa shien ve Suminagashi, yapılış teknikleri ve malzemeleri itibariyle, bugünkü ebrûdan farklı şeylerdir. Bugünkü Türk ebrûsunun asıl vatanı Türkistan,geliştirildiği yer ise Anadolu’dur.
C.TARİHÇESİ
Ebrû sanatı, yapılan ebrûların üzerine imza atılmadığı ve çok az yazılı kaynağı olduğu için,geçmişi hakkında çok az şey bilinen sanatlarımızdandır.
Türk ebrû tarihi araştırmaları da, bugün hala yeterli seviyede değildir. Üstelik ebrû ve tarihi ve tarihi hakkında bilgi veren kaynakların bir kısmı, belki de çoğu sağlam bir mesnedden mahrumdur.
Bizdeki ve batıdaki araştırmacı ve ebrûcuların hemen hemen ittifak ettikleri bir konu; ebrûnun başlangıcının en geç XV. yüzyılda olduğu şeklindedir. Hatta bunu daha geriye çekmek isteyenler bile vardır: “VI. ve X yüzyıllar arasında Çinliler’le birlikte kağıt imalini keşfeden Türklerin bu zaman içinde ebrûyu buldukları sanılmaktadır”.
İlk anda mübalağalı gibi görünen bu fikir, Türk tarihini şöyle bir gözden geçirince en azından bir ihtimal olarak ele alınabilecektir. Zira ,Orta Asya Türkleri, Çinlilerle o kadar haşir-neşir olmuşlardır ki düşmanlıkları ve savaşları kadar kültür ve sanat alış verişleri de çok fazladır Üstelik Uygur Türkleri, ebrû gibi bir kitap sanatı olan cild yapmayı Çinlilerden önce başarmışlardır. Hal böyle olunca,ebrûnun tarihini geriye çekmek mümkün olmaz mı acaba?
Şu düşünce de bu fikri sanki desteklemektedir: “Ebrû çünkü suçiçeği,alev ateş!Mevlana “Su nakış tutmaz diyen buraya gelsin” diyor. Ebrû ile tanışmış mıydı?
Sanat tarihçesi ebrûnun tarihçesi ile Mevlana’nın yaşadığı dönemin verilerini karşılaştıra dursun, su üzerine nakış ebrûdan başka nedir ki? Nakış-ı Ber-ab! Su nakış tuttu işte! Buraya gelin,buraya gelin!...
Bu konuda, Ortaçağ tarihi ve sanatı ile uğraşanlara önemli bir görev düşüyor;araştırdıkları kitapların köşe bucağında ebrû ile ilgili bir risalecik, ayrıca orijinal ve üzeri yazılı o dönem tarihini taşıyan ebrûlar aramak.
Ebrû sanatının başlangıcını XV. yüzyıl olarak kabul eden araştırmacılar şunları söylemektedirler:
“En eski ebrû örnekleri,Topkapı Sarayı’ndaki XV. yüzyıl yapılmış süsleme kağıtlarıdır”.
“Bazı araştırmacılar XV. yüzyılda Topkapı Sarayı’nda çok güzel ebrûlar yapılmış olduğuna belirtmişlerdir”.
Bunların dışında; ebrû hakkında tarih belirtenler de mevcuttur:
“Tarihimizde bilinen en eski ebrû 1413 yılına aittir ve Topkapı Sarayı’nda bulunmaktadır”.
“Osmanlılar’da diğer benzeme sanatlarında olduğu gibi ebrû sanatı da büyük ilgi görmüştü. Fatih Sultan Mehmed döneminde sarayın nakışhanesinde görevli olan tezhipçilerin sayısı 500’ü buluyordu. Bu tezhipçilerin bir bölümü ebrû sanatıyla uğraşıyor ve kitap ciltlerinde, yazı pervazlarının süslemesinde ve hat sanatında kullanılan çeşitli ebrûlar üretiyordu”. M. Ali Kağıtçı,yukarıdaki fikre paralel olarak “1447 tarihli bir ebrûnun Topkapı Sarayı Müzesi’nde olduğunu”söylemektedir. Ancak ebrû konusunda ilk muhtevalı eseri hazırlayan M. Uğur Derman,bunu tespit edemediğini belirtmektedir.
Ebrû’nun tarihçesi bilimsel bir temele oturtulabilmesi için;bir ebrûnun üzerinde ya imza veya tarih olmalıdır. Veya ebrûlu bir kağıdın üzerinde yazılar ve tarih bulunmalıdır. Bu şekilde,belge niteliği taşıyan en eski eser 1519 tarihinden önceki döneme ait Mecmüatü’l-Acaib’ dir. Bu eser İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Hafif ebrû zeminler üzerinde ta’lik ile yazılar ve imzalar vardır.
İmzalar’da “Fakir Ali el-Katib,Fakir Ali ve el-Fakir Mir Ali”yazıları okunmaktadır. Bu zat Hattatların Kıblesi diye anılan Herat’ lı Mir Ali Katib’dir ve Malik-i Deylemi’ nin hocasıdır. Aynı eser için Nedim Sönmez “1529 öncesi” tabirini kullanmışsa da,eser üzerinde ve envanter kaydında tarihe rastlanmamaktadır. Üstelik,Mir Ali Katib H.935/M.1519 yılında öldüğü için,bu ebrû da en geç 1519’a tarihlenebilecektir.
M. Uğur Derman’a atfen: “Uğur Derman,gördükleri içinde en eskisinin 1516 tarihli olduğunu belirtiyor “denilmekte,ancak daha açık bir bilgi verilmektedir.
Bundan sonraki en eski yazılı belge ise,Arifi’nin H.946/M.1519-1540 tarihli “Güy-i Çevgan” adlı eserinin sayfa kenarlarına yapılan ebrûlardır.
Tarihçe ile ilgili en önemli belgelerin üçüncüsü ise,M. Uğur Derman koleksiyonunda bulunan ve hafif ebrû üzerine ta’likle yazılı olan 962/1554 tarihli Malik-i Deylemi Hattı’dır.
Ebrûnun tarihi ile ilgili,son bir belgemiz daha vardır. Kemal Ekler’den temin edilen Fuzuli’nin “Hadikatü’s-Süeda”isimli eserinin 1595 tarihli yazma kopyasında,şu ana kadar tesbit edilebilmiş en eski ebrû ustası Şebek Mehmed Efendi’ye ait 3 adet hafif ebrû bulunmaktadır.
Böylece,imza veya tarih taşıyan ebrû ve ebrû kaynaklarımız XVI. yüzyılın sonlarına kadar uzanmaktadır. Hatta Tertib-i Risale-i Ebri 1608 yılında yazıldığına göre bu tarihi seyri XVII. yüzyıl başlarına götürebileceğiz.
Bundan sonra ebrû tarihi ile ilgili bilgilileri ancak takriben 150 sene sonrasından verebiliyoruz. Zira Ayasofya Hatibi Mehmed Efendi (Ö.1774)’ye kadar başka bir ebrûcu tanımıyoruz.
Hatib Mehmed Efendi ile Türk ebrûculuğunda yeni bir çığır açılmış olup,bu zat kendi adı ile anılan “Hatib Ebrûsu”nu yapmayı başarmıştır. Şimdiye kadar yapılan ebrûlardan farklı bir teknikle yapılan bu ebrû çeşidi,bazı araştırmacılar tarafından çiçekli ebrûnun başlangıcı veya alt yapısı olarak kabul edilmektedir.
Ebrû,XIX. Yüzyıl’ da,bu sanatı Buhara’da öğrenen ve bunu iki oğluna da öğreten Şeyh Sadık Efendi ile oğulları İbrahim Edhem ve Nafiz Efendi’lerle hayat bulmuş,XX. yüzyıla taşınmıştır.
XX. yüzyılda ise,ebrûyu günümüze taşıyan kişi olarak Hafız Necmeddin Okyay’ı görmekteyiz. Necmeddin Hoca, tarihi açısından çok önemli bir şahsiyettir. Zira,o, hatib ebrûlarındaki arayışı geliştirmiş ve bugünkü çiçekli ebrûyu ilk uygulayan ebrûcu olmuştur. Bu sebeple de çiçekli ebrûlara “Necmeddin Ebrûsu”da denilmiştir.
Necmeddin Okyay’dan nöbeti yeğeni Mustafa Esad Düzgünman devralmıştır. Vefat ettiği 1990 yılına kadar hem ebrû yaparak, hem onu tanıtarak, hemde öğrenciler yetiştirerek önemli hizmetler yapmıştır. Türk Ebrûsu Mustafa Düzgünman’la teknik ve kalite olarak zirveye ulaşmıştır.1980’ li yıllardan itibaren, ebrûya olan rağbet artmıştır. Ancak beklide “sağlıksız gelişme” olarak nitelendirebileceğimiz bu dönemde ebrûda yeni arayışlar görülmektedir.
XXI. yüzyılda girdiğimiz bu günlerde, Klasik Türk Ebrûsu, Mustafa Düzgünman’ın icazetli iki talebesi T. Alparslan Babaoğlu ve Fuad Başar tarafından ecdadımızın anlayışı istikametinde devam ettirilmektedir.
Fûzûlî’nin “Hadikat-üs Süeda”(mutluluklar bahçesi)isimli eserinin bir kopyasında kullanılan ebrûlar içinde, eserin boş sayfasında “Hadikaf-üs Süeda” yazıldıktan sonra kırmızı mürekkeple “Şebek Mehmed Ebrisi” ibrase eklenmiş olup,kitapta kullanılan ebrûların, “Tertib-i Risale-i Ebri” de kendisinden Şebek diye bahsedilen ebrûcu tarafından yapıldığı ve bu ebrûcunun adının Mehmet Efendi olduğu,son sayfasındaki ibareden de kitabın Hicri 1004 (1595)yılında yazıldığı anlaşılmaktadır.
Hakkında yukarıda verilen bilgilerin dışında fazla bir bilgi bulunmamaktadır. “Tertib-i Risale-i Ebri”de kendisinden “rahimehullah” (Allah ona rahmet etsin) diye bahsedildiğine göre ölümün bu risalenin yazım tarihi olan 1608 tarihinden önce olduğu,yine aynı risalede geçen “Nüsha-i Şebek” sözünden de ebrû hakkında bilmediğimiz bir risale sahibi olduğu anlaşılmaktadır.
HATİP MEHMET EFENDİ
İstanbullu dur. Ayasofya Camii hatibi olması nedeniyle “hatip” diye anılan Mehmet Efendi’nin doğum tarihi bilinmemektedir. “Tuhfe-i Hattatin’de kendisinden “pir-i mübarek” diye bahsedildiğine göre 1187 yılının Muharrem ayında (Nisan 1773) vefat ettiğinde yaşının bir hayli ilerde bulunması icap eder. “Eski Zühdi” diye de bilinen Zühdi İsmail Ağa’dan sülüs-nesih yazılarını öğrenmiştir. İç içe damlatılan renklerle oluşturulan konsantrik halkalara iğne ile şekil vermek suretiyle yapılan ebrûların mucidi olması nedeniyle böyle yapılan ebrûlara hatip ebrusu adı verilir. O zamana kadar kıvamı nispeten sulu kitre kullanmasından ötürü soluk olan ebrûların renklerini kitresinin kıvamını artırarak canlılaştırmış olması sebebiyle ebrûculuk tarihimiz açısından önemli bir şahsiyettir. Ebrûları zamanında yapılan işlerde daima kullanılmış olup renklerinden ve üslubundan hemen tanınır. Hocapaşa’daki evinde çıkan yangında eserlerini kurtarmak isterken kendisi de ebrûlarıyla birlikte yanarak vefat etmiştir.
ŞEYH SADIK EFENDİ
Buhara’nın Vabakne şehrinde doğan ve Üsküdar Sultantepesi’ ndeki Özbekler Dergahı şeyhliğinde bulunan Sadık Efendi’nin hayatı hakkında fazla bilimiz bulunmamaktadır. Ebrûculuğu Buhara’da iken öğrendiği ve iki oğlu Edhem ve Salih Efendiler’e öğrettiği bilinmektedir. Dergahtaki kabir kitabesinden 17 Recep 1262 (11 Temmuz 1846) tarihinde vefat ettiği anlaşılmaktadır.
HEZARFEN EDHEM EFENDİ
Geçen asrın ebrûcularından en çok bilineni,Üsküdar Özbekler Dergahı Şeyhi İbrahim Edhem Efendi’dir. Türkiye’nin eski Washington Büyükelçisi merhum Münir Ertegün’ ün (1882-1944) de dedesi olan Edhem Efendi’nin fen ve sanat tarihimizde müstesna bir yeri olması gerekirken unutulup gitmiştir. 1245 (1829) yılında Özbekler Tekkesi’nde doğmuştur. İlk tahsilini Hacce Hesna Hatun Mahalle Mektebi’nde bitirdikten sonra Dergah’ta babasından,amcasından ve Dergah’a gelen Buhara’lı alimlerden ders alarak yetişmiştir. Türk, Arap,Fars ve Çağatay dillerine şiir yazacak derecede vakıf olan Edhem Efendi,ileri yaşına rağmen hat sanatına merak sarıp Çarşambalı Arif Bey’den Ta’lik hattını öğrenerek icazet almıştır.
Doğramacılık, marangozluk, oymacılık, hakkaklık, mühürcülük, dökmecilik, tornacılık, demircilik, tesviyecilik, makinecilik, matbaacılık, dokumacılık ve mimarlık gibi fen ve sanatlarda kabiliyet ve özel çalışmaları sonucu ihtisas sahibi olmuştur. 1869 tarihinde Mithat Paşa tarafından kurulan Sultanahmet Sanat Enstitüsü Müdürlüğü’ne getirilmiş ve memleketimizde kurşun boruyu da ilk defa burada dökmüştür. Ebrûculuk, onun pek çok meziyetinden bir tanesidir. Bu yüzden Hazarfen (bin sanat sahibi) lakabıyla anılmaktaydı. Eserlerinde imza olarak Kami mahlasını kullanmıştır. Bilhassa Hac zamanı gelen Özbek misafirlerle artan ziyaretçi sayısından dolayı tekkenin artan giderlerini karşılayabilmek için yaptığı sanat eserlerini elden çıkartır,ebrûları,denkler halinde satılmaya getirildiği Bayezid’ deki Kağıtçılar Çarşısı’nda pek beğenilerek aranır be satın alınırdı.20 Şevval 1321 (8 Ocak 1904) tarihinde Cuma gecesi yatsı namazı sırasında üç İhlas bir Fatiha okunurken “amenna ve saddakna” (inandık ve onayladık) dedikten sonra secdeye kapanan ve bir daha kalkamayan Edhem Efendi,ertesi gün Dergah’ın haziresine defnedilmiştir.
NECMEDDİN OKYAY
19 Rebiülevvel 1300 (29 Ocak 1885) tarihinden İstanbul Üsküdar da doğdu. Mürekkepçilik, aharcılık, okçuluk, gülcülük, eski tarz mücellitlik, hattatlık gibi pek çok hünerinin yanı sıra mücellitlik,hattatlık gibi pek çok hünerin yanı sıra ebrûculuğu da meslek edinen Hafız Necmeddin Okyay da, üstadı Edhem Efendi gibi Hazarfen lakabıyla anılır. Sanat hayatı başlı başına bir kitabı doldurulacak kadar geniş olan Necmeddin Okyay’ ın geniş hal tercümesi, hattatlarımızı anlatan eserlerde bulunabileceğinden burada sadece ebrûculuğu konusunda bilgi sunulacaktır .Ebrûyu Edhem Efendi’den öğrenmiştir. Medresetü’l Hattati’ nde ve Güzel Sanatlar Akademisi’nde tarz-ı kadim cilt ve ebrû hocalığı yapmıştır. Rik’a, divani ve celi divani icazetlerini Ravza-i Terakki Rüşdiyesi’ ndeki hüsn-i hat hocası Hasan Bey’den aldı. Sülüs-nesih yazıyı Hacı Arif Efendi’den,ta’lik ve celita’lik yazıyı Sami Efendi’den öğrenmiştir. Ebrûyu oğulları Sami (1910-12 Haziran 1933) ve Sacid (1915-19 Nisan 1999) Okyay ile yeğeni Mustafa Düzgünman’ a (1920-12 Eylül 1990) öğretmiştir.
Kendisinden önce çok ilkel biçimde yapılan ve bugün tüm dünya ebrûcuların gıpta ile seyrettikleri çiçekli ebrûları icat ederek ebrûculuk tarihimizde yeni bir tarz başlatmıştır. Kalıbını kesip Arap zamkı ile yapıştırmak ve ebrûladıktan sonra kalıbı sökmek suretiyle yaptığı yazılı ebrûlar ise ebrûculuk tarihi açısından bir ilktir. Kalıptan taşan zamkın bulunduğu yerlerin de boya almadığını görerek mürekkep yerine doğrudan zamk kullanarak yazmak suretiyle yaptığı ebrûlar arasında “Lâfza-i Celâl” en meşhurudur.5 Ocak 1976’da, 93 yaşında Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.
BEKİR EFENDİ
Geçen yüzyılın başlarında Bayezid’ deki Kağıtçılar Çarşısı’nda yapıp sattığı battal ebrûlarıyla tanınan Bekir Efendi,aynı zamanda eski tarz is mürekkebi imalcilerindendir. Hayatı hakkında fazla bir bilgi bulunmamakta olup ebrûculuğu kimden öğrendiği de bilinmemektedir. Devrinde resmi dairelerde kullanılan defterlerin üzerine geçirilen ve “ali kurna” tabir edilen sağlam Avrupa kağıdı ile yapılmış olan ebrûlar Bekir Efendi tarafından yapılmıştır.
SAMİ OKYAY
Necmeddin OKYAY’ın ortanca oğludur. 1910 yılında Üsküdar’da doğmuştur. Ebrûculuğu babasından öğrenmiş ve kısacık ömrü süresince çığır açacak eserler vermiştir. Aynı zamanda ince bir tezhib, hak (oyma),lake ve şemse tarzı cild sanatçısı idi.
SACİD OKYAY
Necmeddin Okyay’ın küçük oğludur. 1915 yılında Üsküdar’da doğmuştur. 1936 yılından emekliye ayrıldığı 1973 yılına kadar Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde eski tarz cilt ve ebrû hocalığı yapmıştır. 19 Nisan 1999’da vefat etmiş ve Karacaahmet Kabristanı’na, babasının yanına defnedilmiştir.
MUSTAFA DÜZGÜNMAN
9 Şubat 1920’de İstanbul Üsküdar’da Sultantepe’ de doğdu. Babası, aynı semtteki Abdülbaki Efendi ve Aziz Mahmud Hüdayi Camilerinin imamlığını yapan Saim Efendi’ dir. İlk tahsilini tamamladıktan sonra babasından Üsküdar çarşısındaki aktar dükkanında çalışmaya başladı.1938 yılında,annesinin dayısı hattat Necmeddin Okyay onu,hocalık yaptığı Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin Türk Tezyini Sanatları Bölümü’ne kaydettirdi. Burada Necmeddin Okyay’dan eski tarz cilt ve ebrû öğrenerek kısa zamanda kabiliyetiyle dikkati çekti,diğer kıymetli hocalardan da faydalandı. Ancak hayat şartları sebebiyle bir müddet sonra okuldan ayrılarak tekrar baba mesleği olan aktarlığa döndü. Vefatına kadar titizlikle sürdürdüğü bu meslekte işinin ehli güvenilir bir esnaf olarak tanındı.
Akademi’deki talebeliği yıllarında “şemse” denilen klasik cildin güzel örneklerini imal eden Düzgünman, bir müddet sonra o sırada taliplisi çok az bulunan bu sanatı da terk etmek zorunda kaldı. Özellikle 1957’den itibaren daha fazla zaman ayırdığı ebrûculukta meşguliyetini ise ölümüne kadar sürdürmüştür.
Çeşitli konularda yeniliğe açık olduğu halde ebrû sanatında klasik anlayışa sımsıkı bağlı kalan ve bu hususta modern uygulamalara iltifat etmeyen Düzgünman, ebrûculukta kendisini geçtiğini söyleyen hocası Necmeddin Okyay’ın bu sanata kazandırdığı çiçekli ebrû çeşitlerine papatyayı eklemiş,ayrıca çiçek şekillerini de ıslah etmiştir.1940’da başlayıp ölümüne kadar elli yıl süren ebrûculuğu sırasında,1967’den itibaren çeşitli sergiler açan ve bazı sergilere katılan Düzgünman, hem eserleriyle hemde yetiştirdiği öğrencileriyle bu sanatın tanınmasında ve yayılmasında hizmet ederek son otuzbeş yılın ebrûculuğuna adeta damgasını vurmuş bir sanatkardır.
Mustafa Düzgünman, ebrû sanatı dışında dini musikiyle meşgul olmuş ve tasavvuf zevkini, Hafız Eşref Ede’den almıştır. Muzıka-i Hümayun’da yetiştiği için lakabıyla anılan Hafız Muhittin Tanık, Üsküdar’daki Çarşamba Rifai Dergahı şeyhi Hayrullah Tacettin Yalım ve Üsküdar Rifai Asitanesi şeyhi Hüsnü Sarıer gibi kıymetli hocalardan istifade etmiştir.
Aziz Mahmud Hüdayi Camii’ nde uzun yıllar Cuma günleri iç ezan ve teravih namazı aralarında ilahi okuyuşuyla iyi bir icracı olarak da tanıman Düzgünman’ ın, bir kısmının güftesi de kendisine ait olmak üzere değişik makamlarda bestelediği yirmi kadar ilahisi vardır.
Onun bestekarlık tarafını gösteren ve son yılların dini musiki repertuvarı açısından ayrı bir önem taşıyan bu ilahiler,vefatından önce yakın arkadaşı olan neyzen Niyazi Sayın tarafından notaya alınarak tespit edilmiştir.Ayrıca vaktiyle meşkettiği dini eserleri son zamanlarda banda okuyarak tespit edilmelerini sağlamıştır.
1953’ten 1979’a kadar yirmi altı yıl müddetle Aziz Mahmud Hüdayî Dergahı’nın türbedarlığını yapan Düzgünman, halk ağzıyla koşma tarzında şiirler de yazmıştır. Bunlar arasında,ebrûnun tarihçesi,özellikleri ve mahiyetini anlatan yirmi kıtalık “EBRUNAME” en tanınmışıdır.
Kıymetli tesbihler, yazı levhaları,kendi ebrûları,şemse tarzında yaptığı kitap kapları,kutu ve çerçevelerden oluşan koleksiyonu halen ailesinde bulunmaktadır. Ayrıca eski tarz körüklü fotoğraf marinasıyla 1000’e yakın hat örneğini emüsyonlu cama tespit etmiş,bazıları “Kalem Güzeli” (Ankara,1981) ve “İslam Mirasında Hat Sanatı “(İstanbul,1993)adlı eserlerde yer alan bu fotoğraf camlarının asılları,daha sonra kendisi tarafından Türkpetrol Vakfı’na hediye edilmiştir.
12 Eylül 1990 Çarşamba günü vefat eden Mustafa Düzgünman’ ın kabri, Karacaahmet Mezarlığı’ndadır.
TÜRK EBRÛ GELENEĞİ
İngiltere’de saat beşte çay içilir ve yazılı bir anayasa yerine yasalar, gelenekler doğrultusunda hazırlanır. Japonya’ da insanlar birbirlerini öne eğilerek selamlarlar.
Hristiyan aleminde Noel geldiğinde çam ağaçları süslenir. Türkiye’de sofraya önce baba oturur ve kalkar,sofrada konuşulmaz. Anadolu’da beş yüz yılı aşkın bir süredir icra edildiği bilinen ve ebrû yapılan her ülkeye ve o ülkenin diline “battal”, “kumlu”, “taraklı”, “hatip”, “şal” ve “gel-git” gibi terminolojisi ile birlikte yerleşerek yüzyıllarca “Türk kağıdı” diye isimlendirilen Türk ebrû sanatının da ustadan ustaya intikal ederek bu güne kadar gelen bir yeteneği vardır.
İcrası ve itibarıyla son derece güç ve ebrûcunun iradesi dışında bir çok değişkenden etkilenen bir sanat dalıdır. Geleneğimizin en önemli özelliklerinden birisi,ebrû yapımında suda erimeyen,tamamen tabii boyar maddeler ve kimyasal ailesi metal oksitler olan toprak boyalar kullanılmasıdır. Türk ebrûsunda yalnız tabii boyaların kullanılıyor olmasının en büyük sebebi,öncelikle ebrûnun tarihi serüveni içerisinde ebrûcuların boyalarını tabiattan elde etmekten başka yollarının olmaması ve son ebrûcuların da ustalarını taklit etmek ve ebrû kağıdını kalıcı kılmak endişesiyle aynı boyalarla ebrû yapmaya devam etmeleridir. Çünkü hazır boyaların içerisine üretim sırasında çeşitli asitler ve kazein katılmakta,bu yabancı maddeler de, tecrübe edilerek görülmüştür ki, zamanla ebrûlu kağıda ve onun kullandığı kitap yada levhaya zarar vermektedir.
Toprak boya kullanılmasının bir başka önemli sebebi ise,bu boyaların renklerinin güneşte solmamasıdır. Tabiat, ebrûcular için milyonlarca senedir güneş altında durmasına rağmen rengi solmayan o kadar çeşitli renkler sunmaktadır ki, “üç renkle mi ebrû yapacağız?” ifadesi olsa bir çaresizlik ifadesidir. Mustafa Düzgünman’ ın ebrûlarını inceleyenler Ebrûname’ de söylediği gibi dört renkle çok renk olduğunu göreceklerdir.
Türk ebrûsunun bir başka ve belki de en önemli ve ebrûculuk geleneğimizin temeli olan özelliği de yapılan ebrû çeşitleridir. Bilindiği gibi ebrû,cilt ve hat sanatlarımızla gelişen ve buralarda kullanım yeri bulan bir sanattır. Türk ebrûcusu,asırlar boyu hattatlar için hatip ebrûsu,koltuk ebrûsu,kumlu ebrû ve battal ebrû,ciltçiler için yan kağıdı üretmiştir. Bu nedenle,bir ebrûcunun geleneksel çizgide ebrû yapıp yapmadığını en doğru yolu,geleneklerin korumaya muvaffak olmuş hattat ve mücellitlerin, o ebrûcunun yaptığı ebrûları kendi işlerinde kullanıp kullanmadığına bakmaktır. Ebruculuk geleneğimizin bir diğer önemli özelliği ise üretilen ebrûların desenleriyle ilgilidir. Türk ebrûcusu fırçasını at kılından kendisi sarar. Türk ebrûsunda at kılından sarılmış özel fırçaların dışında fırça kullanılmaz.
TÜRK EBRÛ TEKNİĞİ
Aşağıda anlatılanlar,GELENEKSEL USÜLLERLE EBRU yapımıyla ilgili olup Alparslan Babaoğlu’ nun merhum Mustafa Düzgünman’ dan öğrendiklerinin bir özetidir. Herkes istediği teknik ve malzemeyle dilediği gibi ebrû yapmakta serbesttir ancak geleneksel usullerle ebrû, aşağıdaki malzeme ve teknikle yapılır.
BOYALAR
Türk ebrû geleneğinde yalnızca suda erimeyen,asit ve kazein içermeyen ve ışıktan etkilenmeyen doğal boyalar kullanılır. Boyalar yaklaşık 50×50 cm boyutlarında düz bir mermer üzerinde, destiseng (el taşı) ile ezilmek suretiyle kullanılır. Destiseng, üzerinde boya ezilen mermerle aynı cins mermerden,aşağı yukarı 15 cm uzunluğunda,boyayı ezen yüzü 6-7 cm çapında bir yarım daire ve üstünde de kullananın tutması için bir tutamak bulunana bir taştır. Yaklaşık bir avuç dolusu boya,mermerin ortasına yerleştirilir ve onunda ortası çukurlaştırılarak buraya su konur ve karıştırmak suretiyle boya çamur hale getirilir. Destiseng, çamur haldeki boyanın üzerinde 8 çizer gibi dolaştırılarak boya ezilir. Dağılan boyalar zaman zaman bir spatula yardımıyla tekrar ortaya toplanır. Boyanın ezilip ezilmediğini ancak teknede anlaşılır. Bir müddet tecrübeden sonra ebrûcu, hangi boyayı ne kadar ezeceğini öğrenir. Yeteri kadar sulandırıldığında ve doğru öd ayarı yapıldığında kumlanmadan açılan ve kağıda akmadan tespit olabilen boya yeterince ezilmiş demektir.
Geleneksel Türk Ebrûsu’nda kullanılan ana renkler şunlardır;
Çamlıca toprağı
Beyaz
Siyah
Sarı

Aşı Boyası
Kahverengi
Kırmızı
Lâhor Çividi
Çamaşır Çividi

Çamlıca toprağı, Lahor Çividi ve Çamaşır Çividi dışında sözü edilen boyalar nalburlardan, Lahor Çividi ve Çamaşır Çividi ise aktarlardan temin edilir.
Bu renkler kullanılarak elde edilen ara renkler ise şunlarıdır;
Aşı Boyası + Lâhor Çividi =koyu Kahverengi
Sarı +Lâhor Çividi =Yeşil
Çamaşır Çividi +Kırmızı =Mor
Beyaz +Siyah =Gri
Beyaz +Lâhor Çividi =Açık Mavi
Yukarıda sıralanan renkler, arzu nispetinde birbirleriyle karıştırılarak asit ve kazein içermeyen, suda erimeyen ve ışıktan etkilenmeyen her tür renk elde edilir.
GELENEKSEL TÜRK EBRÛSUNDA KULLANILAN BOYALAR

ÇAMLICA TOPRAĞI
İstanbul’un Çamlıca Tepesi’nde bulunan kırmızı renkli topraktır. Bir elek ile taşlarından ayıklanarak toplanır. Ezildiğinde tütün rengine yakın bir renk verir. İşten elde edilen ve bundan dolayı çok hafif olan siyah boyaya katılır. Islah etmek üzere akan boyalara ilave edildiği gibi serpmeli ebrûların serpme boyası olarak yada yalnız başına kullanılır.
BEYAZ: Üstübeç. Yağsız olanı beyaz boya yapmak için, litopon üstübeci de denen yağlı olanı ise neftli boya hazırlamada kullanılır.
SİYAH: İsten yapılır. Çok hafif olduğu için tek başına kullanılmaz. Çamlıca toprağı ile karıştırılır.
SARI: Oksit sarı. İnorganik bir pigmenttir.
AŞI BOYASI: Oksit kırmızı. İnorganik bir pigmenttir.
KAHVERENGİ: Oksit kahverengi. Çeşitli tonları vardır. İnorganik bir pigmenttir.
KIRMIZI: Suyla karışabilen pigment kırmızı. Organik bir pigmenttir. İnorganik olanı içerdiği kodmiyumdan ötürü son derece zehirlidir.
LAHOR ÇİVİDİ: Lahor çividi yada bebe çividi adıyla bilinen ve bebeklerin ağzında oluşan aft hastalığının tedavisi için kullanılan ilacın ham maddesidir. Gevrek, taş gibidir. Bitkisel ve çok güçlü bir boyadır. Dövülerek toz haline getirilir.
ÇAMAŞIR ÇİVİDİ: Beyaz çamaşırlar için ağartıcı olarak kullanılan mavi bir tozdur.
Boyalara eklenecek su ve ödün ayarı da şu şekilde yapılır. Kitrenin kıvamının ayarı aşağıda KİTRE bahsinde belirtildiği gibi kontrol edilir. Boya ayarına ödü en az boyanın ayarıyla başlanır. Süt kıvamında sulandırılan boyanın içerisine,fırça kavanozun kenarına sıyrılıp tekneye serpildiğinde ebrûcunun ustasından gördüğü miktar ölçüsünde açılana kadar öd ilave edilir. Ödü fazla olan boyaların ayarları da ödü az olan boyaların üzerine serpmek suretiyle yapılır. Boyaların ayarı konusunda bu sitenin muhtelif sayfalarında açıklamalarda bulunulmuştur.
KİTRE
Üzerine boya serpilecek suya kıvam ve yapışkanlık vermek üzere kullanılır. Beyaz ve topraksız olanı bilhassa aktarlarda “fiyonk kitre” diye satılanı tercih edilir. Türkiye’nin her bölgesinde yabani olarak yetişebilen geven otunun havayla temas ettiğinde kemikleşen salgısıdır. Her bölgenin kitresi suya farklı bir kıvam verdiği için ne kadar suya ne kadar kitre konulacağı hakkında kesin rakamlar verilmez.
Her ebrûcu sonbaharda ebrû yapmaya başlayacağı zaman bir sene yetecek kadar kitre alır ve birkaç tekne açtıktan sonra teknesinin alacağı su miktarına ne kadar kitre koyacağının ölçüsünü bulur. Bu ölçü yani kitrenin kıvamı,içinde kurşun kalem kalınlığında bir çubuk yürütülerek kitre üzerinde bıraktığı izle bulunur. Doğru ayarda,kitre içinde çekilen çubuk dışarı alınınca kitre üzerinde bıraktığı iz olduğu yerde kalmalı,ne çekiş istikametinde ileri ne de lastik gibi geri gitmemelidir. Ortalama 7 litre suya 45-50 gr. kitre konularak birkaç gece şişmesi beklenir. Zaman zaman karıştırılarak kitrenin erimesi hızlandırılır.3-4 gün sonra sık dokulu bir torbadan geçirilerek içindeki erimemiş kitre parçacıkları,çöp ve diğer yabancı maddelerden arındırılır ve tekneye boşaltılır. Kıvamı yukarıda açıklandığı gibi kontrol edilir ve doğru kıvama gelene kadar su bardağı ile su ilave edilip iyice karıştırılır.
Sn. Uğur DERMAN’ın ifadesine göre Necmeddin OKYAY kitre,salep, boy tohumu ve ayva çekirdeği de dahil olmak üzere bir çok kıvam artırıcıyı denemiş,en iyi sonucu saleple almış ancak salebin pahalı olması nedeniyle kitrede karar kılmıştır. Bunların hepsinin kıvam ayarları aynı şekilde yapılır ancak aynı kıvam ayarı için oluşturdukları yüzey gerilimleri farklı farklı olduğundan her biri için boyalara ilave edilecek öd miktarı farklıdır.
SIĞIR ÖDÜ
Kitre üzerine serpilen boyaların batmadan yüzebilmeleri için boyalara bir damlalık yardımıyla yüzey aktif asitler içeren sığır ödü katılır. Sığır ödünün içerisinde bulunan yüzey aktif asitler,kitrenin üzerindeki yüzey gerilimini kırarak boyanın kitre üzerinde batmadan açılmasını sağlarlar. Mezbahadan sağlanan sığır ödü,bir metal kaba boşaltılarak içinde su kaynayan başka bir kabın içine oturtulur. Aşağı yukarı 20 dakika sonra ödün üzerinde oluşan köpüklerle varsa yağ ve kan temizlenerek öd bir kavanoza alınır. Oda sıcaklığında geldikten sonra kullanılır. Boyalara bir damlalık yardımıyla ilave edilir. Boyalara ilave edilecek sığır ödü miktarı,üzerinde ebrû yapılan sıvının cinsine ve kıvamına göre değişir. Yüzey gerilimi en yüksek olan malzeme ise deniz kadayıflıdır. Aynı miktarda boyaya,aynı kıvamda kitre için deniz kadayıfına göre yaklaşık on misli sığır ödü ilave etmek gerekir.
KAĞIT
Birinci hamur kağıt tercih edilir. Islanınca yırtılması ve tekneye yatırırken de zorluk çıkarmaması için 80-90 gr. olanı uygundur. Türk ebrûculuk geleneğinde kağıt,hiçbir şekilde terbiye edilmez. Kağıt toptancılarından 68-100 cm yada 70-100 cm ebadında satın alınan bir top kağıt,mücellit giyotininde 4 parçaya bölünür. Tekne boyutlarını bu kestirilen kağıt boyutları belirler.
TEKNE
Eskiden ziftlenmiş budaksız çamdan yapılmışsa da kullanım kolaylığı açısından çelik yada galvanizli saçtan yapılması daha iyidir. Uzun kenarlarından ebrûcuya yakın olanına,ebrûyu tekneden sıyırırken kağıdı çizmemesi için 2-3 mm kalınlığında bir mil kaynattırılır. Teknenin boyutlarını ebrûlanacak kağıdın boyutları belirler. Yüksekliği 5-6 cm olan teknenin eni kağıt genişliğinde, boyu da kağıdının ıslanınca uzayacağı payı karşılamak üzere ebrûlanacak kağıdın boyundan yaklaşık yarım cm uzun olmalıdır. Merhum Mustafa Düzgünman’ ın teknesi, destisengi, fırçaları,diğer ebrû malzemeleri ve ebrûları ile Galata Mevlevihanesi’ ndeki DÜZGÜNMAN odasında sergilenmektedir
FIRÇA
Türk ebrûcusu fırçasını kendi sarar. Ebrû fırçası atın kuyruk kıllarının bir daha sarılması ile yapılır. Kılların bağlanmasında oltaya iğne bağlarken kullanılan düğümsüz bağlama kullanılır. Fırça kavanozda dura dura kıvrılır ve bu kıvrık şekil,fırçanın sarım şeklinden dolayı ortasında oluşan boşlukla beraber Türk Battal deseninin ortaya çıkmasına sebep olur.
NEFT
Eskiden Eğriboz adasından gelen çam nefti kullanılmasına rağmen artık bulunmamaktadır. Neftli ebrû yapımında ancak tabii olanı kullanır. Neft, ayrı bir kaba ayrılan boyaya damla damla istenen sonuç alınana kadar denenerek ilave edilir. Neftli boyaya bastırılan fırça iyice temizlenmeden normal boya kavanozuna sokulmaz.
TARAKLAR
Her ebrûcunun taraklı ebrû yapmak üzere kendisi tarafından muhtelif diş aralıklarında yapılmış tarakları olmalıdır. Bu taraklar “boncuk iğnesi” denilen ince iğnelerin ya da tellerin düz bir tahta üzerine bir şekilde çakılarak,yapıştırılarak veya sıkıştırılarak tespit edilmesiyle yapılır. Tarakların boyu teknenin eni ve boyundan bir miktar kısa,dişleri arasındaki mesafe ise bazı topraklarda sık (3-4 mm),bazı taraklarda ise seyrek (10-12 mm) olarak yapılır. Diş aralığı için bir kural bulunmamakta olup ebrûcunun tercihi,ustalık düzeyi ve arzulanan sonuç önemlidir.
BİZLER
Tekneye boya damlatmak,yüzeyindeki boyaya şekil vermek yada kitreyi karıştırmak için muhtelif kalınlıklarda bizler kullanılır. Bunların arasında,aynı cins telden 15-20 tanesinin bir araya sarılmasıyla yapılan sümbül teli de sayılabilir. Bizler,farklı kalınlıklarda tellerden yada çivilerden yapımlarına dikkat edilmelidir.
GELENEKSEL (GELENEKLİ) TÜRK EBRÛ ÇEŞİTLERİ
BATTAL EBRÛ
Boyaların sadece fırça yardımıyla kitre üzerine serpilmesiyle oluşturan ve iğne yada tarak gibi herhangi bir şeyle müdahale edilmeden yapılan mermer desenli ebrû çeşididir. Yapılan işlem bakımından en basit ebrû olmasına rağmen sonuç itibarıyla yapımı en zor ebrûdur. Kumlu ebrû dışında bütün ebrûların yapımında ilk işlem battal ebrûdur. Ebrûcunun bütün ustalığı yaptığı battal ebrûlardan belli olur çünkü ardı ardına atılan boyaların öd ayarları doğru yapılmazsa ya kitre yüzeyinde boyalar arasında kalan renksiz damarlar mermer damarından daha büyük olur ki buna ebrûcu dilinde “falso ”denir yada boyalar sıyrılırken akar ve birbirine karışır.
SOMAKİ EBRÛ
Battal ebrûnun en son atılan rengi fırça kavanozun içine sıkıldıktan sonra serpilerek yapılır. Sık damarlı Somaki mermerine benzeyen bir ebrûdur. Yan kağıdı olarak yada levha kenarlarında dış pervaz olarak kullanılır.
NEFTLİ BATTAL
Battal ebrûnun en son atılan rengi neftli bir boyadan seçilerek yapılır. Yan kağıdı olarak ya da levha kenarlarında dış pervaz olarak kullanılır.
SERPMELİ BATTAL
Battal ebrûyu yapıldıktan sonra Çamlıca toprağı veya benzer bir açık renkli boya yada neftli boyanın,fırça kavanoza iyice sıkıldıktan sonra serpilmesiyle yapılır.Yan kağıdı olarak yada levha kenarlarında dış pervaz olarak kullanılır.
GEL GİT EBRÛSU
Battal ebrû yapıldıktan sonra kalınca bir bizle teknenin önce bir kenarına sonra diğer kenarına paralel bir ileri bir geri karıştırılarak yapılır. Üzerine serpmeli battalda anlatıldığı gibi serpme yapılırsa daha güzel olur. Levha kenarlarında ara pervaz olarak kullanılır.
TARAKLI EBRÛ
Gelgit ebrûsu yapıldıktan sonra taraklardan birisinin son yapılan gelgitin yönüne dik yönde teknenin bir kenarından tarağın dişleri kitreye temas edecek kadar sokulup diğer kenarına doğru çekilmesiyle yapılır. İstenirse ince bir bizle taraktan sonra şal ebrûsunda yapıldığı gibi boya serbest olarak da karıştırabilir. Levha kenarlarında ara pervaz olarak kullanılır.
ZEMİN EBRÛSU
Aynı boyadan az ödlü,çok ödlü ve neftli olarak üç kavanoz boya hazırlanır. Bunlar kullanılarak battal ebrû yapılır. Neftli boya yerine Çamlıca toprağı gibi açık renkli bir başka boya da serpilir.
HATİP EBRÛSU
Önce zemin ebrûsu yapılır. Zemin ebrûsunun üzerine,35×50 cm boyutlarında bir tekne için teknenin uzun kenarı boyunca beş,kısa kenarı boyunca da dört sıra alacak şekilde eşit aralıklarla öd ayarı hatip ebrûsuna göre yapılmış bir renk damlatır. Kitrenin üzerinde dört sıra halinde ve her sırada beş olmak üzere hazırlanan renklerin ortalarına ikinci ve daha sonra üçüncü ve istenirse daha fazla sayıda renk damlatılarak iç içe halkalar elde edilir. Bu halkalara bir iğne yardımıyla şekil verilerek yapılan hatip ebrûsunda yürek,taraklı yürek,çark-ı felek,yonca gibi hatip desenleri yapılmaktadır. Hatip ebrûları, levha kenarlarında her bir sırası yazının bir kenarına gelecek şekilde dış pervaz, koltuklu levhalarda koltuk boşluklarında koltuk ebrûsu ve yan kağıdı olarak kullanılır.
ÇİÇEKLİ EBRÛ
Zemin ebrusu yapıldıktan sonra önce hazırlanan yeşil boyadan damlatılarak oluşturulan yuvarlaklara, uygun kalınlıkta bir biz kullanılarak sap şekli verilir. Daha sonra sapların uçlarına yapılacak çiçekli uygun renk damlatılarak yine uygun kalınlıkta iğne ve bizlerle bunlara çiçek şekli verilir. Yan kâğıdı olarak kullanılacak çiçekli ebrulara, cilt kapağı kaldırıldığında birisi kapak üzerinde birisi de karşısında kullanılmak üzere birbirinin aynısı iki çiçek yapılır. Necmeddin Okyay ve Mustafa Düzgünman tarafından bu şekilde lale, karanfil, menekşe, sümbül, gül ve gelincik çiçekleri, son derece başarılı olarak stilize edilmişlerdir. Mustafa Düzgünman, bu çiçeklere papatyayı ilave etmiştir.
KOLTUK EBRÛSU
Hüsn-ü hat levhaların koltuk tabir edilen boşluklarında kullanılmak üzere hatip ebrûsundaki her hatip deseni yerine küçük bir çiçek yapılır. Aşağıda kumlu ebrûnun kullanımına örnek olarak verilen levhada gösterdiği gibi kullanılır.
KUMLU EBRÛ
Ebrû teknesinin sonuna doğru,suyu ve ödü az olan Lahor çividi (başka boyalar da kullanılabilir),bir damlalık yardımıyla teknenin ortasında ya da bir kenarından ama hep aynı noktaya (ya da noktalarda) damlatılması suretiyle teknenin yüzeyi doldurularak yapılır. Boya çatlar ve kumlu bir hal alır. Bazen de “V” harfi şeklinde çatlaklar oluşur ki buna kılçıklı ebrû denir. Kumlu ebrû tekneden alınırken çok dikkat edilir çünkü çatlamalar elde edebilmek için fazla boya damlatıldığından ve boyanın ödü zaten az olduğundan boya akabilir. Levha kenarlarında ara pervaz olarak kullanılır.
BÜLBÜL YUVASI
Giderek küçülen damlalar halinde serpilen boyayla yapılan battal ebrû üzerine,bir iğne yardımıyla dıştan içe doğru spiraller yapılır. Bu spirallerin sayısı,hatip ebrûsunda olduğu gibi uzun kenar boyunca 5 kısa kenar boyunca 4’tür. Bülbül yuvası,yan kağıdı yada yazı etrafında dış pervaz olarak kullanılır. Uzun kenara paralel şekilde dört eşit parçaya ayrılan ebrûnun her bir parçası,levhanın bir kenarı monte edilir.
HAFİF EBRÛ
Hattatlar tarafından üzerine yazı yazılmak üzere suyu ve ödü normalden fazla boyalar kullanılarak yapılan pastel renkli şal ebrûsudur.
YAZILI EBRÛ
Yazılı ebrûnun mucidi Necmeddin OKYAY ’ dır. Önceleri yazının kalıbını kesip ıslanınca kağıdı bırakan Arap zamkı ile yapıştırılan ve kağıdı ebrûladıktan sonra bu kalıbı söken Necmeddin OKYAY,yazının kenarlarından taşan zamkın bulunduğu yerlerin de boya almadığını görerek mürekkep yerine zamk kullanarak yazdığı yazıları ebrûlamaya başlar. Aynı zamanda devrinin en meşhur hattatlarından olan Necmeddin OKYAY’ın bu şekilde yazılmış ta-lik Lafza-i Celal-i,Türk ebrû tarihindeki en ünlü yazılı ebrûdur.
Hattat olmayan ebrûcuların yazılı ebrûcuların yazılı ebrû yapabilmek için kullanabilecekleri en iyi yöntem ise yazının kalıbını hazırlamak ve bunu sökülebilir bir yapıştırıcıyla ebrûlanacak kağıda yapıştırmaktır.
Bizim gibi yazı sanatı olmayan başka ulusların ebrûcuları için yazısının etrafında ya da koltuğunda kullanılmaya uygun hatip,kumlu,battal ve koltuk ebrûsu ya da koltuk ebrûsu ya da hiçbir ulusun ebrûcusunun yapamadığı güzellikte çiçekli yan kağıtları yapmak bir anlam ifade etmeyebilir ancak Türk hat ve cilt sanatçılarının sanatlarını geleneğimize uygun sürdürebilmeleri için yukarıda sıralanan ebrû çeşitlerinin üretilmesi de Türk ebrûsunun bir geleneğidir.
Hakkında sizlere aktarmaya çalıştığımız bütün bilgiler muhterem hocam Alparslan Babaoğlu ve yakın dostum değerli Dr. Ahmet Saim ARITAN Beyler tarafından yapılan titiz çalışmalarından sitemizin vüsatine kafi olacak şekilde bilgi aktarımıyla oluşturulmuştur. Kendilerine huzurlarınızda şükran ve minnetlerimi sunuyorum…..
Sadreddin ÖZÇİMİ
Değerli hocam sayın Saderettin özçimi'den alıntıdır...

3 yorum:

  1. BEN SEVERİM EBRU SANATINI. EVİMDE DE BİRTANE VAR HAZIR ALMIŞTIM ÇERÇEVELETTİM. GÜZEL OLUYOLAR GERÇEKTEN. ELLERİNİZE SAĞLIK SİZİNKİLERDE ÇOK GÜZEL

    YanıtlaSil
  2. beğenmenize sevindim
    zaten bütün çababızda her evde bu sanattan bir eserin bulunması
    selamlar....

    YanıtlaSil
  3. ziyaretiniz için teşekkür ederim,sizi tanıdığıma çok sevindim.arşivinizi inceliyorum .İsterseniz diğer bloglarımda kaatı ve ebru yazılarımda kaynak olarak linkinizi verebilirim.
    Ebrularınızı çok beğendim, ilkokul öğrencilerine ebruyu tanıtmanızı çok takdir ettim,ellerinize sağlık selam ve sevgiler
    nalansanat.blogcu.com
    nalanevi.blogspot.com

    YanıtlaSil

Related Posts with Thumbnails